İSLAM
  İmanın Gücü
 

 

9 - İMANIN GÜCÜ

      

       ÖZET :  Din düşmanı Übey, Hendek kazılması, Hz. Cabir’in ziyafeti, Hendek savaşı, Hz. Ali Amr ile karşı karşıya, Umre yolculuğu, Hudeybiye Antlaşması, Peygamberimize sığınan sahabe.

Uzaktan bir atlı yaklaşıyordu.  Bu  Übey adlı bir din düşmanıydı. Özel olarak beslediği atının üzerindeydi. İntikam hisleriyle doluydu. Sevgili Peygamberimize doğru yaklaşıyordu.

       Müslümanlar  önüne çıkıp işini bitirmek istediler. Peygamberimiz buna engel oldu. “Bırakın gelsin” dedi.

       Übey, Peygamberimize yaklaşmıştı. “Ey  Muhammed, bu gün, ya ben, ya sen” diyordu.

       Bu sözleri duyan Peygamber Efendimiz bir anda toparlandı. Yorgunluğunu unutuverdi. Eline mızrağını aldı ve heybetli adımlarla Übey’in üzerine yürüdü. Übey ne yapacağını şaşırdı. Gerisin geri kaçmaya başladı.

       Peygamberimiz peşini bırakmıyordu. Arkasından, “Nereye kaçıyorsun, ey yalancı” diye sesleniyordu.

       Übey, bu kaçışla kendini kurtaramadı. Peygamberimizin fırlattığı mızrak boynuna saplandı.Übey, çığlıklar atarak yere yuvarlandı.

       Az sonra din düşmanı arkadaşları yardımına koştular. Alıp götürdüler. Yarasından kan akmıyordu. Ağrı ve sızısına zor dayanıyordu. Zaman zaman, “ Vallahi  Muhammed  beni öldürecek” diyordu.

       Arkadaşları, onun bu sözlerini ciddiye almıyorlardı. Ama Übey kurtulamayacağını  anlamıştı. Şöyle söylendi: “O bana Mekke’de ‘Seni  öldüreceğim’ demişti. O hiç bir şey yapmayıp üzerime tükürse yine beni öldürür.”

       Gerçekten de öyle oldu. Übey az sonra “Susadım, susadım” çığlıkları arasında can verdi. Peygamberimizin Allah’ın izniyle haber verdiği bir hadise daha gerçekleşmişti.

İslamiyet gün geçtikçe güç kazanıyordu. Karanlıklar onun ışığıyla aydınlanıyor, kalpler onunla tatmin oluyordu. Müslüman olanların sayısı her geçen gün artıyordu.

       Mekkeliler yeniden on bin kişilik bir ordu hazırladılar. Medine’yi işgal etmek, Müslümanları yok etmek istiyorlardı.

       Peygamberimiz bu hazırlığı öğrenmişti. Medineli Müslümanları bir araya topladı. Onlarla konuştu. Çoğunluk şehrin içerisinden savunulmasından yanaydı. Selman-ı Farisi adlı bir sahabi ilginç bir görüş ortaya attı. Medine’nin etrafına hendek kazılmasını teklif etti. Bu görüş oy birliğiyle benimsendi. Peygamberimiz de alınan kararı destekledi. İlk hendeği bizzat kendisi kazdı.

       Sevgili Peygamberimizin Hendek kazma işine katılması Müslümanları rahatsız ediyordu. Hiçbiri, bir peygamberin böyle ağır işlerde çalışmasına razı değildi. Zaman zaman “Ey Allah’ın Peygamberi! Biz çalışır, hendek işini bitiririz. Siz rahatınıza bakınız” diyorlardı. Ama Peygamberimiz bunu asla kabul etmiyordu. “Ben de çalışarak sevaba ortak olmak istiyorum” diyordu.

Kazı işi devam ediyordu. Bir ara çok sert bir kaya parçası ile karşılaştılar. O kayanın parçalanması gerekiyordu. Fakat hiçbir şey ona tesir etmiyordu. Kaya yerine, indirilen balyoz, kürek ve kazmalar kırılıyordu.

       Peygamberimize bu durumu haber verdiler: “Ey Allah’ın Peygamberi! Kazı esnasında karşımıza bir kaya çıktı. Onu bir türlü parçalayamadık. Ne yapalım?

       Peygamberimiz eline bir balyoz aldı. “Bismillah” diyerek kayaya bir balyoz indirdi. Kayanın üçte birini yerinden kopardı. Sonra yine “Bismillah” dedi ve kayaya ikinci darbeyi indirdi. Kayanın üçte biri daha paramparça oldu. Arkasından üçüncü defa Besmele çekerek kayaya son darbeyi indirdi. Kayanın geri kalan kısmı da parça parça olmuştu.

       Müslümanlar bu hadise karşısında Peygamberimizle birlikte tekbir getirdiler.

       Müslümanlar, durmadan dinlenmeden kazmaya devam ediyorlardı. Çoğu günleri aç ve susuz geçiyordu. Doğru dürüst yiyecek bulmakta güçlük çekiyorlardı. Çünkü Arabistan yarımadasında şiddetli bir kıtlık hüküm sürüyordu.

Kazı işi devam ediyordu.

       Bir gün Hz. Cabir, evine vardı. Hanımına, “Hz. Peygamberi  son derece açıkmış gördüm. Bir başkası böyle bir açlığa dayanamaz. Evde yiyecek bir şey var mı? Diye sordu. Hanımı, “Evde şu oğlaktan ve şu dört avuç arpadan başka hiçbir şey yok” dedi.

       Hz. Cabir  oğlağı kesti. Hanımı ise arpayı öğütüp un yaptı. Eti çömleğe koydular. Hamuru da mayaladılar. Çömleği tandıra koyup pişirmeye bıraktılar. Hz. Cabir, Peygamberimizi çağırmaya gidiyordu. Hanımı sıkı sıkı tembih etti. “Biliyorsun” dedi. “Yemeğimiz az. Sakın beni Peygamberimize karşı utandırma.”

       Hz. Cabir Peygamberimizin yanına vardı. “Ey Allah’ın Peygamberi!” Azıcık yemeğim var. Buyurun yemeğe gidelim.”

       Peygamber Efendimiz, “Yemeğin ne kadardır?” diye sordu.

       “Dört avuç arpadan yapılmış ekmekle, kesilmiş bir oğlak.”

       Peygamber Efendimiz tebessümle, “Hem çok, hem de güzel bir yemek” dedi. Sonra da ilave etti. “Hanımına söyle, ben gelinceye kadar, sakın tandırdan et ve ekmeği çıkarmasın.”

       Hz. Cabir biraz şaşırdı. Ama sonradan hayreti daha da artacaktı. Peygamber Efendimiz seslendi: “Ey hendekte çalışanlar! Kalkınız. Cabir’in ziyafeti var. Evine gidiyoruz.

       Müslümanlar bir anda toplandılar. Günlerdir boğazlarına doğru dürüst yiyecek girmemişti. Güç ve kuvvetleri kalmamıştı.

Hz. Cabir’in yapacak bir şeyi yoktu. Şaşkınlığı had safhadaydı. Hazırlanan yemek birkaç kişilikti. Bu kadar insana yetmesine imkan yoktu. Bunu düşüne düşüne evine vardı. Hanımına, “Resulallah, bütün hendektekilerle birlikte yemeğe geliyor. Şimdi ne yapacağız? dedi.

       Hanımı sordu. “Peygamberimiz yemeğin ne kadar olduğunu sormadı mı?”

       “O sordu. Ben de ne kadar olduğunu söyledim.”

       “Peki, onları sen mi çağırdın, yoksa Peygamber Efendimiz mi?”

       Hz. Cabir “Ben değil Resulallah  davet etti.” dedi.

       Hanımı rahat bir nefes aldı, ve “O senden iyi  bilir” diye konuştu.

       Az sonra Peygamberimiz diğer Müslümanlarla birlikte çıkageldi. Ete ve ekmeğe bereket duası yaptı. Evin hanımına da “Bir ekmekçi kadın çağır. Seninle birlikte ekmek yapsın. Çömleğinizden de eti kepçe kepçe al. Sakın, çömleği tandırdan çıkarma!” diye emretti.

       Peygamberimiz herkesin hayretli bakışları arasında tandırdan ekmeği çıkardı. Elleriyle bölerek üzerine et koydu. Her Müslüman’a ayrı ayrı sundu. Ziyafet, herkes doyuncaya kadar devam etti. Gelenlerin hepsi yediği halde et ve ekmek eksilmiyordu. Daha sonra peygamberimiz evin hanımına döndü. “Kalanını da hem kendin yersin, hem de komşulara dağıtırsın. Zira, halk büyük bir açlık çekiyor” buyurdu.

       Hz. Cabir o günü şöyle anlatır: “Allah adına yemin ederim ki, gelenler bin kişi idi. Hepsi de doyup kalktılar. Buna rağmen çömleğimiz hala olduğu gibi kaynıyordu. Ekmeğimizde eksilmemişti. Ondan biz de yedik. Komşularımıza da yedirdik."

Hendek bitirilmişti. On bin kişilik düşman topluluğunu üç bin kişilik mücahit ordusu karşılayacaktı. Müslümanlar ise Sel dağının eteklerine yerleşmişlerdi. Karargah sırtını dağa dayamıştı. Orduya tam bir düzen hakimdi. Herkes ne yapacağını biliyordu.

       Din düşmanları ufukta belirmişti. Düzensizdiler. Bir ordudan çok, çapulcu sürüsünü andırıyordu .Hendekle karşılaştıklarında moralleri bozulmuştu. Böyle bir hendeği ne görmüşler, ne işitmişlerdi. Puta tapan Mekkeliler bu engel karşısında telaşa düşmüşlerdi. Bu savaşın Uhud gibi geçmeyeceğini anlamışlardı.

       Medine önlerindeki hendek düşman ordusunu şaşkına çevirdi. Moralleri bozuldu. Planları suya düştü .Medine içine giremeyeceklerdi. Hendeği geçmeleri imkansızdı. Hem derin, hem de geniş kazılmıştı.

       Harp uzaktan uzağa ok atışlarıyla sürüyordu. Din düşmanları Medine’yi kuşatmışlardı.

       Kuşatma devam ediyordu. Birkaç düşman atlısı hendeğin dar bir yerinden atlayarak Müslümanlar tarafına geçti. İçlerinde ileri gelen bir din düşmanı da vardı. Adı Amr idi. Cesurdu, iyi silah kullanırdı. Kimse onunla dövüşmeyi istemezdi.

Hendeği geçince bağırdı: “Yok mu karşıma çıkacak babayiğit?”

       Hemen Hz. Ali öne atıldı. Peygamber Efendimizden izin istedi. “Ey Allah’ın Peygamberi,” dedi. “İzin verin, onunla ben dövüşeyim.”

       Hz. Ali son derece cesurdu. Gözünü daldan budaktan sakınmazdı. Savaşlarda en önde kılıç sallardı. Düşman askerlerinin  korktuğu bir kahramandı. Buna rağmen Peygamberimiz izin vermedi.

       Din düşmanı Amr karşısına kimsenin çıkmadığını görünce tekrar seslendi. “İçinizde dövüşecek yiğit yok mu?”

       Hz. Ali yerinde duramıyordu. Dövüşmek için tekrar izin istedi. Peygamberimiz yine izin vermedi.

       Karşısına Müslümanlardan kimsenin çıkmadığını görünce iyice şımardı. İğrenç naralar attı. “Er meydanına çıkacak yok mu?” diye bağırdı.

       Hz. Ali oturduğu yerden bir ok gibi fırladı. .Yeniden izin istedi. “Onunla ben dövüşürüm. Ne olur müsaade ediniz” dedi.

       Peygamberimiz, din düşmanı Amr’ı tanıyordu. Hz. Ali’ye bir zararı dokunabilirdi. Bu yüzden, “Ey Ali, sen otur yerine. Gelen Amr’dır” dedi.

       Hz. Ali din düşmanına haddini bildirmek istiyordu. Yeniden izin istedi: “Ey Allah’ın Peygamberi” dedi, “herkesin korktuğu Amr da olsa çıkıp onunla dövüşürüm. Ne olur izin verin.”

Bunun üzerine Peygamberimiz ona izin verdi. Bizzat kendi eliyle zırhını giydirdi. Zülfikar adlı kılıcını da beline bağladı. Sarığını çıkarıp başına sardıktan sonra ona dua etti: “Ya Rabbi! Amcam oğlu Ubeyde Bedir’de, amcam Hamza Uhud’da şehit düştüler. Yanımda bir amcam oğlu Ali kaldı. Sen onu koru. Ona yardımını esirgeme! Beni de yalnız bırakma!”

       Hz. Ali heybetli heybetli yürüdü. Amr’ın karşısına dikildi. Zırha bürünmüştü. Gözlerinden başka hiçbir yeri görünmüyordu.

       Amr sordu. “Sen kimsin?”

       Hz. Ali cevap verdi: “Ben , Aliyim.”

       Din düşmanı Amr, Hz. Ali’yi tanıyordu. Onu tepeden tırnağa süzdü: “Senden daha yaşlı kimse yok mudur? Senin kanını dökmek istemiyorum,” dedi.

       Hz. Ali beklenmedik bir cevap verdi: “Sen benim kanımı dökmek istemesen de ben senin kanını dökeceğim.”

Hz. Ali’nin sözleri Amr’ın yüreğine bir ok gibi saplanmıştı. Korktuğunu belli etmemek için kahkahalar savurdu. “Doğrusu” dedi, “böylesine cesur konuşan birinin karşıma çıkacağını tahmin etmezdim.”

       Kılıcını sıyırdı ve Hz. Ali’nin üzerine yürüdü. Amr atlı, Hz. Ali ise yayandı. Hz. Ali ona seslendi. “Dur ey Amr” dedi. “Ben yerdeyim,  sen attasın. Bu durumda seninle nasıl dövüşebilirim? Atından in ve karşıma geç!”

       Amr atından indi. Atını salıverdi. Öfke dolu bakışlarla Hz. Ali’nin karşısına dikildi. Her iki taraf da bu dövüşü seyre hazır bekliyordu.

       Hz.Ali önce Amr’ı  Müslüman olmaya çağırdı. “Amr, gel aklını başına topla. Müslüman ol, kurtul,” dedi.

       Amr bu teklifi geri çevirdi. “Bırak bunları” dedi. “Ben yemin etmişim. Öldürdüklerinizin intikamını alacağım.”

       O zaman Hz. Ali  aslan gibi kükredi. “Öyle ise ey Amr, vuruşmaya hazır ol.”

       Hz. Ali’nin sözleri Amr’ı kızdırmıştı. Amr olanca gücüyle kılıcını salladı. Kılıç Hz. Ali’nin kalkanını delmiş, alnından hafifçe yaralanmıştı.

       Saldırma sırası Hz. Ali’deydi. Şimşek hızıyla kendini toparladı. Amr’ın ensesine şiddetli bir darbe indirdi. İkinci bir darbeye gerek kalmamıştı. Amr cansız yere yığıldı.

Bir anda düşman tarafında feryat ve çığlıklar koptu. Ortalık birbirine karıştı.

       Hz.Ali  Allah’ın büyüklüğünü haykırdı. “Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber!”

       Az sonra ortalık Peygamber Efendimiz ve Müslümanların “Allahu Ekber” sesleriyle çınladı. O gün Müslümanlar için bayram, din düşmanları için ise yas günü oldu.

       Hendek Savaşı sürüyordu. Müslümanların kahramanca direnmesi müşriklerin canını sıkıyordu. Kuşatma uzadıkça bıkkınlık baş göstermeye başladı. Şiddetli soğuk ve yiyecek sıkıntısı düşman askerlerinin moralini bozuyordu. Müslümanların ise her şeye rağmen moralleri yerindeydi .Çünkü Allah için çarpışıyorlardı.

       Peygamberimiz bu arada düşman ordusunun gücünü kırmanın planlarını yaptı. İçlerine saldığı bir casus vasıtası ile onları birbirine düşürdü. Düşman ordusu  içindeki kabileler birbirlerinden korkar oldular.

      Sonunda müşriklerin direnecek hali kalmamıştı. Son bir saldırıya geçtiler. Peygamberimiz dua ediyor ve Allah’tan yardım diliyordu:  “Allah’ım Sen bir avuç Müslüman’ın yok olmasını dilersen, artık Sana ibadet edecek kim kalır?”

       Çarpışmalar  o gün de akşama kadar devam etti. Gece Cebrail Aleyhisselam gelip müjdeyi verdi. Müşrikler bir rüzgarla perişan edilecekti. Peygamberimiz Allah’a sonsuz şükretti.

Hicretin altıncı yılıydı. Mekkeliler Müslümanları Medine’de de rahat bırakmamışlardı. Bu süre içinde Bedir, Uhud ve Hendek savaşları yapılmıştı. Mekkeliler şimdi de hac yapılmasına engel olmaya çalışıyorlardı. Müslümanlarsa, günde beş vakit yöneldikleri Kabe’yi görmek istiyorlardı. Bunun hasretiyle yanıyorlardı.

       Müslümanlar Allah’a güveniyorlardı. Bu hasretin uzun sürmeyeceğine inanıyorlardı. Bir gün Peygamberimiz şu müjdeyi verdi: “Muhakkak  Mescid-i Haram’a ( Kabe) gireceksiniz.”

       Müslümanlar buna çok sevinmişlerdi. Hemen hazırlıklara giriştiler. Peygamberimiz bin dört yüz kişiyle birlikte yola çıktı. Zaman hac mevsimi değildi. Niyetleri umre yapmaktı. Müslümanlar silahlı değildi. Peygamberimiz sadece kılıç almalarına izin vermişti. Bu da yol emniyetini sağlamak içindi. Yanlarında 70 kadar da kurbanlık deve almışlardı.

Peygamberimiz umre için “haram aylar”ı seçmişti. Araplar Muharrem,Recep,Zilkade,Zilhicce aylarına saygı duyarlardı. Bu aylarda savaşmayı günah sayarlardı. Bunlara haram aylar deniliyordu. Peygamberimiz bu ayları seçmekle savaş istemediğini ilan ediyordu.

       Mekkeliler yine de karşı çıkıyordu. “Müslümanları ne pahasına olursa olsun Mekke’ye  sokmayacağız” diyorlardı.

       Müslümanlar buna aldırmadan yollarına devam ediyorlardı. Hudeybiye denilen yere gelmişlerdi. Mekkeliler Müslümanların ilerlediğini görünce telaşlandılar. Öncü kuvvet çıkardılar. Anlaşmak için elçiler gönderdiler. Peygamberimiz Mekkelilerin elçileriyle burada görüşmelerde bulundu. Sonunda anlaşmaya varıldı. Anlaşma maddeleri yazıldı.

       Tam bu sırada garip bir olay oldu. Birinin kendisini Müslümanların arasına attığı görüldü. Dikkatlice baktılar. Peygamberimizle görüşmelerde bulunan müşriklerin başkanı Süheyl’in oğlu Ebû Cendel idi. Ebû Cendel İslâm’la şereflenmişti. Putperestler buna çok kızmışlardı. Ayaklarına zincir vurup hapse atmışlardı. O da bir fırsatını bulup kaçmıştı.

Ne var ki yapılan anlaşma vardı. Anlaşmada “Mekke’den herhangi bir Müslüman Medine’ ye gelirse geri verilecektir” maddesi vardı. Ebû Cendel’i geri vermemeleri güçtü. Anlaşmayı bozabilirlerdi.

       Süheyl hiç vakit kaybetmeden oğlunu istemeye gelmişti. Peygamberimiz Ebû Cendel’in kendisine bağışlanmasını istedi. “Gerekirse anlaşmayı bozabilirim” dedi.

       Peygamberimiz bir türlü karar veremiyordu. Ebû Cendel’i geri verse uğrayacağı işkenceleri biliyordu. Geri vermediği zaman da anlaşma bozulacaktı. Birçok hayırlı sebepten dolayı bunu istemiyordu. İster istemez Ebû Cendel’i babasına teslim etti.

       Ebû Cendel feryat ediyordu. “Ey Allah’ın Peygamberi,ey Müslümanlar! Siz beni din düşmanlarına nasıl teslim ediyorsunuz? Bana eziyet ve işkence edeceklerini biliyorsunuz. Siz benim eziyet çekmeme mi razı oluyorsunuz?”

       Manzara içler acısıydı. Peygamberimiz ve bütün Müslümanların içi kan ağlıyordu. Ama, anlaşmanın bozulmasını da istemiyorlardı.

       Ebû Cendel, iman etmemiş olan babasına terk edilmişti. Peygamberimiz son derece üzgündü. Ne yazık ki başka çaresi kalmamıştı. Ebû Cendel’e şu tavsiyelerde bulundu: “Ey Ebû Cendel, biraz daha sabret. Biraz daha karşılaştığın eziyetlere göğüs ger. Bunların mükafatını Allah’tan dile. Allah, sen ve diğer kimsesiz Müslümanlar için bir çıkar yol yaratacaktır.”

       Bu durum Müslümanların yüreğine bir ok gibi saplanmıştı. İçleri içlerine sığmıyordu. Kararı veren Peygamberimizdi. Bu konuda bir şey sormaya cesaret edemiyorlardı. Hz. Ömer kendisini tutamayarak sordu. “Ey Allah’ın Peygamberi onu puta tapanlara niçin geri veriyoruz?”

       Peygamberimiz şu cevabı verdi: “Ey Ömer” dedi. “Biz onlarla anlaşma yapmış bulunuyoruz. Dinimizde verilen söz mutlaka yerine getirilmelidir. Ahde vefasızlık edemeyiz.”

 

 
  Bugün 1 ziyaretçi (1 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol