İSLAM
  Bedrin Aslanları
 

 

6- BEDRİN ASLANLARI

      

       ÖZET : Mucize yemek, kardeşlik ilan edilmesi, ağlayan kütük, namaza davet, Bedir savaşı.

Peygamberimiz bu evde kaldığı sıradaydı. Ebû Eyyûb iki kişiye yetecek kadar bir yemek getirmişti. Peygamberimiz yemeği kabul etti. Sonra, “Git Medineli Müslümanlardan otuz kişiyi bana çağır” dedi.

        Hz. Ebû Eyyûb şaşırdı. Getirdiği yemek ancak iki kişiye yeterdi. Otuz kişinin bu yemekten doyması imkânsızdı. Ama karşısındaki Allah’ın elçisi idi. Derhal onun emrini yerine getirdi. Otuz kişi gelip o yemekten yedi. Ebû Eyyûb bütün bütün şaşırmıştı.

        Peygamberimiz ona tekrar emretti. “ Git atmış kişi daha çağır!”

       Hz. Ebû Eyyûb’ un  başka çaresi yoktu. Gitti. Atmış kişi daha çağırdı. Onlarda sofraya oturdular. İki kişilik yemekten yediler. Doyarak sofradan kalktılar. Hz. Ebû Eyyûb hayretler içerisindeydi.

        Peygamberimiz yeniden seslendi: “Git” dedi. “Bana yetmiş kişi daha çağır!”

        Ebû Eyyûb emri derhal yerine getirdi. Yetmiş kişi daha gelip ondan doyuncaya kadar yedi. Hz. Ebû Eyyûb bu hâdise karşısında donup kalmıştı. Sonradan gördüklerini şöyle anlattı: “Kaplarda yemek olduğu gibi duruyordu. Herkesin o mucize karşısında gözleri kamaştı. Hepsi Peygamberimize bağlılıklarını bildirdiler..”

        Bu hâdise Peygamberimizin mucizeli bir yemek ziyâfeti idi. Bu, bütün canlıların rızkını veren Allah’ın Peygamberimize bir ikramı idi.

Mekkeli Müslümanlar, hicret ederken mallarını geride bırakmışlardı. Allah rızası için yollara düşmüşlerdi. Medineli Müslümanlar da onları sevgi ve şefkatle kucaklamışlardı. Her türlü yardımda bulunmuşlardı. Fakat ne de olsa Medine’nin havası, adetleri farklıydı. Mekkeli Müslümanlar buna uymakta zorlanıyorlardı. Medineli Müslümanların yardımlarına ihtiyaçları vardı. Birbirleriyle kaynaşmaları gerekiyordu.

        Peygamberimiz bir gün Müslümanların toplanmalarını istedi. O gün doksan kişiyi birbirlerine kardeş yaptı. Kırk beş Medineli, kırk beş Mekkeli ile kardeş olmuştu. Daha sonra bütün Müslümanlar kardeş oldular. Kardeş olanlar birbirine mirasçı da sayılıyorlardı. Böylece yurtlarından ayrılan Mekkelilerin üzüntüsü hafifledi. Kalpler karşılıklı ısınmış, güç ve destek kazanmışlardı.

        Her bir Medineli, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacaktı. Mallarını paylaşacaklar, kazançları ortak olacaktı. Kardeşlikler rasgele kurulmamıştı. Peygamberimiz birbirleriyle anlaşılabilecek olanları seçmişti. Kardeşlerin arasında tam bir uyum olmasına özen göstermişti. Gerçekten çok kısa bir zamanda güzel neticeler alındı. Müslümanlar arasında tam bir birlik sağlanmıştı.

Önceleri Medine’de namaz kılınabilecek bir mescid yoktu. Müslümanların toplanıp konuşabilecekleri bir yere de ihtiyaçları vardı. Bir mescid yapılması gerekiyordu. Peygamberimiz bu mescidin süratle yapılmasını   istedi. Müslümanlar canla başla çalışarak Medine’nin ilk mescidini inşa ettiler. Adına da Mescid-i Nebevî denildi.

        Mescid-i Nebevînin başlangıçta minberi yoktu. Peygamberimiz hutbe verdiğinde kuru bir kütüğe dayanırdı. Daha sonra üç basamaklı bir minber yapıldı. Peygamberimiz yeni minbere ilk defa çıkmıştı. Tam bu esnada deve ağlamasına benzer bir ses duyuldu. Herkes kulak kesildi. Ama ortalıkta deve filan yoktu. İyice dikkat ettiklerinde ağlayanın kuru kütük olduğunu gördüler. Kütüğün deve gibi ağlamasını Peygamberimizde duymuştu. Kütük bir türlü susmuyordu.

        Sevgili Peygamberimiz minberden indi. Kütüğün yanına geldi. Elini üstüne koyunca, kütük ağlamasını kesti. Bu olaya şahit olan Müslümanlar da ağlamaya başladılar.

        Peygamberimiz cemaate dönerek şöyle buyurdu: “Onu kucaklayıp teselli ettim. Yoksa ayrılığımdan dolayı ağlaması devam edip gidecekti.”

        Peygamberimizin emriyle minberin altına bir çukur kazıldı. Bu kütük oraya gömüldü. Kuru kütüğün ağlaması da Peygamberimizin açık bir mucizesiydi.

Müslümanların bir mescitleri vardı. Ancak namaz vakitlerini duyuracak bir davet şekli henüz ortaya çıkmamıştı. Müslümanlar mescide gelip bekliyorlardı. Vakit girince de namazlarını kılıyorlardı. Peygamberimiz, Müslümanların toplanmalarını emretti. Namaza davetin nasıl yapılması gerektiğini konuşacaklardı. Bazıları Hıristiyanlardaki gibi çan çalalım dediler. Bir kısmı ise Yahudilerin öttürdüğü boruyu misal verdiler. Namaz vakti yüksek bir yerde ateş yakalım diyenler oldu. Peygamberimiz bu tekliflerin hiç birini beğenmedi.

        O sırada Hz. Ömer söz istedi: “Yâ Resûlallah ! Namaza çağırmak için neden bir adam göndermiyorsunuz?” diye sordu.

        Peygamberimiz bu teklifi uygun gördü. Hz. Bilâl’e  seslendi: “Kalk ya Bilâl ! Namaz için seslen,”

        Hz. Bilâl kalktı. Bir süre Medine sokaklarında dolaştı. Dolaşıyorken  de “Buyrun namaza! Buyrun namaza!” diye sesleniyordu. Daha sonra Sahabilerden  biri bir rüyâ gördü. (-ki Peygamberimizi gören Müslümanlara Sahabî denir.) Rüyâsında, bildiğimiz ezan sözleri kendisine öğretilmişti. Sonra rüyâsını Peygamberimize anlattı.

        Peygamberimiz de, “İnşallah bu gerçek bir rüyâdır” buyurdu. Ve dâvetin bu şeklini olduğu gibi aynen kabul etti. Hz. Ömer ve birkaç Sahabî de aynı rüyâyı görmüştü. Gelerek Peygamberimize aktardılar.

        Hz. Bilâl ezanı öğrendi. Yüksek ve gür bir sesle okuyarak Medine ufuklarını çınlattı: “Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber!.. ”Ezan o günden beri hiçbir değişikliğe uğramadı. İlk günkü güzelliğiyle inananları namaza çağırmaya devam etti.

Müslümanlar Medine’de iyice güçlenmişti. Din düşmanlarıyla savaş zamanı gelmişti. Müslümanlar Allah’ın adını yaymak uğrunda ölmeye hazırdı. Bu gayeyle çeşitli savaşlar yapıldı.

        Bir ramazan günüydü. İslâm ordusu Medine’den hareket etti. Başlarında Peygamber Efendimiz vardı. Puta tapanlarla Bedir’de çarpışmaya gidiyorlardı. Peygamberimizin beyaz sancağını Mus’ab Hazretleri taşıyordu. İslâm ordusunda iki bayrak daha dalgalanıyordu.

        Müslümanlar üç yüz kişi kadardı.

        Peygamberimiz de kendisini diğer Müslümanlardan farklı görmüyordu. O da iki kişiyle deveye nöbetleşe biniyorlardı. Yürüme sırası Peygamberimize geldiğinde, “Yâ Resûlallah,” diyorlardı. “Sen bin, biz yürümeye razıyız.”Fakat Peygamberimiz buna razı olmuyordu. “Siz, yürümede benden daha güçlü ve kuvvetli değilsiniz. Ben de Allah yolunda yaya yürümek istiyorum” diyordu.

İslâm ordusu yoluna devam ediyordu. Ordu içinde kendisini gizleyen biri vardı. Bu, Ebû Vakkas’ın oğlu Umeyr’di. Yaşı küçüktü, ama imanı büyüktü. Çok cesurdu. Din düşmanlarına karşı savaşmak istiyordu. Peygamberimizle birlikte bulunmak istiyordu. Bu arzularla savaşa giden orduya katılmıştı. Fakat bir korkusu vardı. Peygamberimizin kendisini görüp, geri çevirmesinden korkuyordu. Onun için de Peygamberimizden gizleniyordu.

        Bir ara ağabeyi Sa’d gördü. “Ne oluyor sana kardeşim?” diye sordu.

        Umeyr cevap verdi: “Geri çevrilmekten korkuyorum. Halbuki, ben savaşa çıkmak istiyorum. Allah için, dinim için savaşmak istiyorum. Bu uğurda şehit olmak istiyorum!”

        Umeyr’in korktuğu başına geldi. Kendisini gördüler. Peygamberimizin yanına götürdüler. Peygamberimiz daha önce yaşlarını küçük bulduğu iki çocuğu geri göndermişti. “Sen de dön Umeyr!” dedi. Küçük Umeyr üzüldü. Ağlamaya başladı.

        Peygamberimiz gözyaşlarını görünce, “Haydi sana müsaade ediyorum” dedi.

        Umeyr’in üzüntüsü birden sevince döndü. Gözlerinin içi gülüyordu. Çünkü artık dini uğrunda düşmanla çarpışabilecekti. Şehit olmayı da arzuluyordu. Yaşı küçük, iman ve cesareti büyük Umeyr’in istediği oldu. Bedir Harbinde düşmanla kahramanca çarpıştı ve şehit oldu.

Bedir’de harp iyice kızışmıştı. Müslümanlar “Allah! Allah!” diyerek kahramanca saldırıyorlardı. Tekbir seslerine kılıç şakırtıları karışıyordu. Peygamberimiz zaman zaman ön saflara geçerek Müslümanlara cesaret veriyordu. Sabır göstererek çarpışan Müslümanlara Allah’ın Cennet vaat ettiğini bildiriyordu. Bunu duyan mücahitler daha bir şevkle kılıç sallıyorlardı. Peygamberimiz cesaret ve kahramanlıkta da eşsizdi. Harbin en şiddetli onlarında en ön safta bulunuyordu. Çekinmeden, korkmadan, endişe duymadan.

        Hz. Ali o günü şöyle anlatır: “Bedir Harbi günü, harp şiddetlendiği bir zamanda Resulallah’a sığınmıştık. O gün insanların en cesaretlisi, en kahramanıydı.”

        Harp esnasında, Müslüman savaşçılardan biri yaklaşıp sordu: “Yâ Resulallah! Yüce Allah kulunun hangi işinden razı olur?”

        Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Kolu yoruluncaya kadar düşmana kılıç sallanmasından.”

        Bunun üzerine o mücahit kılıcını eline aldı. Şehit düşene kadar kahramanca çarpıştı.

Harbin en şiddetli anlarından biri yaşanıyordu. Ükkaşe adlı bir sahabînin kılıcı kırıldı. Koşarak Peygamberimizin yanına geldi. Efendimiz ona bir sopa uzattı. “Ey Ükkaşe! Al bununla çarpış” dedi.

        Ükkaşe şaşırmıştı. Karşısında azgın bir düşman ordusu vardı. Sopayla ne yapabilirdi ki? Fakat bir de ne görsün? Elindeki sopa kılıç oluvermişti. Şimdi elinde pırıl pırıl parlayan keskin bir kılıç vardı. Büsbütün şaşırdı. Harp bitene kadar o kılıçla savaştı.

        Bedir düzlüğü tam bir ana-baba gününe dönmüştü. Peygamberimiz savaşı kazandırması için Allah’a yalvarıyordu. Bir taraftan da mücahitleri Allah yolunda savaşa teşvik ediyordu. Cesaret ve ümitlerini canlı tutmak istiyordu.

        Bir ara yere eğildi. Eline bir avuç kum aldı. Düşman ordusuna doğru saçtı. “Kara olsun yüzleri Allah’ım. Onların kalplerine korku ver! Ayakları tutmaz olsun” dedi. Arkasından da mücahitlere, “Hücum ediniz” diye emretti. Müslümanlar birden hücuma kalktılar. Şimşek hızıyla düşman saflarına atıldılar.

Hz. Ali görülmemiş cesareti ve çevikliğiyle kılıç sallıyordu. Bir ara müşriklerden biri seslendi: “Ey Ali, gel! Gel de hesaplaşalım!”

        Hz. Ali eşsiz bir kahramandı. Allah’tan başka kimseden korkusu yoktu. Din düşmanının karşısına geçti. Karşılıklı kılıç savurmaya başlamışlardı. Hz. Ali kalkanını siper yapmıştı. Düşmanın savurduğu kılıç kalkana saplanıp kaldı. Hamle sırası Hz. Ali’ye gelmişti. Kılıcını adamın omzundan göğsüne doğru indirdi. Zırhı enlemesine biçmişti. Din düşmanı dehşete kapıldı. Sarsıldı. Hz. Ali o anda arkasında bir kılıcın parladığını fark etti. Çevik bir hareketle başını eğdi. Kılıcı sallayan düşman askeri “Al bu da benden” diyordu. Ardından da adamın kellesinin miğferiyle birlikte yuvarlandığı görüldü.  Hz. Ali dönüp arkasına baktı. Hz. Hazma ile göz göze geldi. Din düşmanını yere seren oydu. Hz. Hamza iki elinde iki kılıçla savaşıyordu.

        Hz. Ali yorulmak nedir bilmiyordu. Var gücüyle düşman askerlerine yükleniyordu. Yaman bir savaşçı olan Nevfel’le karşı karşıya geldi. Kılıcını  bütün gücüyle kaldırıp indirdi. İnançsız düşman cansız yere yığılmıştı. Peygamberimiz bir din düşmanının daha Cehennemi boyladığını öğrenince sevindi. “Allahu ekber, Allahu ekber” diyerek tekbir getirdi.

        Kahramanca kılıç sallayanlardan biri de Ebû Dücane idi. Kimse karşısında duramıyordu.Bir ara düşman askerlerinden biriyle karşı karşıya geldi. Ma’deb adlı bu Allah düşmanı kılıcını savurdu.Ebu Dücane çevik bir hareketle yere eğildi.  Kılıç boşa çıkmıştı. Ebû Dücane hızla ayağa kalktı. Bu sefer hamle yapma sırası ondaydı. Düşmanı kılıçtan korunmak için kaçmaya başlamıştı. Bu sırada ayağı taşa takılıp bir çukura yuvarlandı. Ebû Dücane yetişip Allah düşmanının işini orada bitirdi.

İslâm kuvvetleri düşmanlarından pek çok kimseyi saf dışı etmişlerdi. Öldürülenler düşman ordusunun en yiğit askerleriydi. Bu yüzden kâfirleri müthiş bir korku kaplamıştı. Kumandanları Ebû Cehil’in de öldürülmesinden korkuyorlardı. Korumak için çember içine almışlardı. Bir de kurnazlık düşünmüşlerdi. İçlerinden birini Ebû Cehil gibi giydirdiler. Böylece Ebû Cehil’i emniyete almak istemişlerdi. Çünkü her Müslüman Ebû Cehil’i öldürmek istiyordu. Bu konuda aralarında bir yarış vardı.

        Hz. Ali, sahte Ebû Cehil’i görmüştü. Asıl Ebû Cehil zannederek üstüne yürüdü. Bir kılıç darbesiyle adamı yere serdi.

        Gerçek Ebû Cehil de bunu görmüştü. Müşrikler başka birini daha Ebû Cehil gibi giydirdiler. Hz. Hamza da bu sahte Ebu Cehil’in üzerine yürüdü. “Al bu da benden” diyerek adama bir kılıç salladı. O da oracıkta Cehennemi boyladı. Müşrikler bir başkasını daha Ebu Cehil gibi giydirdiler. O da Hz. Ali’nin kılıç darbesiyle yere serildi.

        Son olarak Halit adında bir adamı Ebû Cehil’in yerine geçmesi için iknaya çalıştılar. Adam kabul etmedi. Diğerlerinin öldürüldüklerini görmüştü. Korkuyordu. Canını yerde bulmuş değildi. Din düşmanlarının başka çaresi kalmamıştı. Var güçleriyle onu korumaya çalışıyorlardı. Fakat her bir Müslüman onu öldürmeye can atıyordu. Her yerde onu arıyorlar, onun bulunduğu bölgeye yükleniyorlardı.

Bir ara Müslümanlar safında iki genç göze çarptı. Birini aradıkları belliydi. Hz. Abdurrahman bin Avf’a, “Ey Amca! Sen Ebû Cehil’i tanır mısın?” diye sordular.

         “Evet onu tanırım” dedi. Hz. Abdurrahman, “Siz niçin arıyorsunuz, onu ne yapacaksınız?”

        “Duyduk ki” dediler. “O, Peygamberimizi kötülermiş. Ona hakaretler edermiş. Vallahi, onu görecek olursak ya öldürürüz, ya da biz ölürüz.”

        Hz. Abdurrahman şaşırmıştı. Bu iki gözü pek delikanlı Peygamber sevgisiyle doluydu. O esnada Hz. Abdurrahman’ın gözü Ebû Cehil’e ilişti. “İşte, Ebû Cehil” dedi onlara.

        Yaydan boşanan ok gibi o tarafa yöneldiler. Ellerinde kılıçları vardı. Ebû Cehil uzun kuyruklu bir at üzerindeydi. O esnada bir başka mücahit de Ebû Cehil’in ayağına kılıç sallamıştı. Gençlerde oraya vardılar. Kılıç darbeleriyle işini bitirdiler.

        Arkasından çıkıp Peygamberimizin yanına vardılar. Durumu sevinçle haber verdiler. Peygamberimiz, “Hanginiz öldürdü?” diye sordu.

        Gençlerden her biri kendisinin öldürdüğünü söylüyordu:

        Peygamberimiz yeniden sordu: “Kılıçlarınızı sildiniz mi?”

        “Hayır” dediler.

        Peygamberimiz ikisinin kılıcına da baktı. İki kılıç da kanlıydı. “İkiniz birden öldürmüşsünüz” buyurdu.

        Ebû Cehil iki genç Müslüman’ın eliyle Cehenneme yuvarlanmıştı.

Bedir Savaşı sona ermişti. Alınan esirler arasında, Peygamberimizin amcası Hz. Abbas da vardı. Henüz Allah’a iman etmemişti. Oldukça zengindi. Bedir’e bol miktarda altın getirmişti. Gerektiğinde müşrik ordusu için harcamayı düşünüyordu. Ama düşündüğünü gerçekleştiremedi. Savaş sırasında altınlar elinden alındı. Müslümanların ganimet malları arasına katıldı. Kendisi de esir düştü.

        Esirler belli bir para karşılığı serbest bırakılıyorlardı. Bu bir savaş kuralıydı. Peygamberimiz amcası Hz. Abbas’a döndü. “Ey Abbas! Sen zenginsin. Hem kendin, hem de kardeşinin oğlu için kurtuluş parası öde” dedi.

        Hz. Abbas’ın elinde avucunda bir şey kalmamıştı. Çünkü getirdiği altınlar elinden alınmıştı. Peygamberimize, “Bari çarpışma sırasında elimden alınan altınları kurtulmamıza  bedel say” dedi.

        Peygamber Efendimiz bunu kabul etmedi. “Hayır,” dedi. “Sen onları bize karşı kullanmak için getirmiştin. Fakat Allah, onu bize nasip etti. Onu sana geri veremeyiz.”

        Hz. Abbas yalvardı. “Benim ondan başka param yok. Dilencilik mi yapayım?”

        Peygamberimiz sordu: “Ya o altınlar nerede?”

Hz. Abbas şaşırdı. Hayretle “Hangi altınlar?” diye sordu.

        Peygamberimiz açıkladı. “Mekke’den çıkacağın gündü. Hanımına bir sürü altın verdin. Ben onlardan söz ediyorum.”

        Hz. Abbas bütün bütün şaşırmıştı. Peygamberimizin söyledikleri her zaman ki gibi doğruydu. Yola çıkmadan önce hanımına epeyce altın vermişti. Fakat kimse bunu bilmiyordu. Hz. Peygamber nereden öğrenmiş olabilirdi. “Bunu sana kim haber verdi?” diye sordu.

        Sevgili Peygamberimiz, “Bütün sırları gören ve bilen Allah haber verdi” dedi.

        Hz. Abbas düşündü. İkinci bir ihtimal yoktu. Gizlice yapılan işleri Allah’tan başka kimse bilemezdi. Fazla vakit geçirmedi. Derhal şahadet getirip orada Müslüman oldu.

        Hz. Abbas daha sonra Mekke’ye döndü. Artık Peygamberimize ve Müslümanlara yardımcı olacaktı. Fakat Müslüman olduğunu Mekkelilere duyurmadı. Onların bütün sırlarını öğrenmek istiyordu. Mekkeliler de hiç çekinmeden düşüncelerini ona açıyorlardı. O da fırsat buldukça Mekke’de olup bitenleri Medine’de bulunan Peygamberimize aktarıyordu. Böylece din düşmanlarının sırları açığa çıkıyordu.

 

 
  Bugün 1 ziyaretçi (1 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol