İSLAM
  Peygamberimi Öğreniyorum
 

 

1 - NUR MUHAMMED

      

       ÖZET :  Fil Vakası, Peygamberimizin doğumu, bu esnasında gerçekleşen mucizeler. Yahudi alimlerinin ve Kahinlerin son peygamberin doğduğunu fark etmeleri.

571 yılının sıcak bir Pazar günüydü. Yemen Valisi Ebrehe, Ordusuyla Mekke önlerine gelmişti. Çok kızgındı. Kâbe’yi yıkmaya yeminliydi.

        Askerleri ise çıldırmıştı. Etrafa saldırıyor, Mekkelilerin hayvanlarını yakalayıp götürüyorlardı. Aralarında Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib’in de 200 devesi vardı. Abdülmuttalib, Kureyş kabilesinin reisi idi.

        Develerini kurtarmak için Ebrehe’nin huzuruna çıktı. “Develerimin geri verilmesini istiyorum,” dedi.

        Ebrehe hem şaşırmış, hem öfkelenmişti. Ben kutsal saydığınız Kâbe’yi yıkmaya geldim. Sen ise birkaç yüz devenin derdine düştün. Bu ne biçim iştir?”  demekten kendini alamadı.

        Abdülmuttalib ise çok sakin görünüyordu. “Ben develerimin sâhibiyim,” diye konuştu. “Kâbe’nin de sahibi Allah’tır. O, malını, mülkünü korumasını bilecektir. Ben ise develerimi korumak zorundayım. Kâbe’yi yıkmaya kalktığınızda Onu karşınızda bulacaksınız.”

       Ebrehe bir süre düşündü. Duyduklarının etkisinde kalmıştı. Başını iki yana salladı. Sonunda Abdülmuttalib’in develerini geri verdi.

Mekkeliler telâş içindeydiler. Sağa- sola kaçışıyorlardı. Ebrehe ordusuna karşı koyacak güçleri yoktu. Şehri terk edip kuytu yerlere çekildiler.

        Ebrehe’nin kocaman filleri vardı. Kâbe’yi onlara yıktıracaktı. En önde de Mahmud isimli beyaz fil gidiyordu. Kâbe’ye yaklaşınca durdu. Yere çöktü. Ne yaptılarsa fayda etmedi. Bir türlü Kâbe’nin üstüne gitmek istemiyordu.

        Yönünü Yemen’e doğru çevirdiler. Mahmud kalkıp yürümeye başladı. Yüzünü tekrar Mekke’ye çevirdiler. Yine çakılıp kaldı. Tek adım olsun atmıyordu. Herkes çok şaşırmıştı. Bazıları fena halde korkmuşlardı. Bu işte bir iş var diyorlardı. Yine saldırıya geçtiler. Ebrehe’nin niyeti bütün Mekke’yi ve Kâbe’yi yıkmaktı.

Tam bu sırada akıllara durgunluk veren bir şey oldu. Gökyüzünde kırlangıçlara benzeyen bir kuş sürüsü belirdi. Ebabil kuşlarıydı bunlar. Ebrehe’nin ordusu üzerinde uçmaya başladılar. Her kuş nohuttan küçük, mercimekten büyük üç taş atıyordu. Taşlardan biri gagasında, ikisi pençelerinde bulunuyordu.

        Kuşlar Allah’ın emriyle harekete geçmişlerdi. Yine Allah’ın emriyle taşları Ebrehe ordusunun üzerine mermi gibi yağdırmaya başlamışlardı. Abdülmuttalib’in dediği gibi “Allah Kâbe’sini koruyacaktı.”

        Minicik taşlar kime rastladıysa öldürdü. Delip geçiyor, askerlerin vücutlarında delikler açıyordu. Az sonra ordu bozulup kaçmaya başladı. Ama kuşlar peşlerini bırakmadı. Hepsini attıkları taşlarla mahvettiler. Ebrehe de kuşların attığı taşlardan nasibini aldı. Yaralandı, sonra da öldü.

        Allah’ın sonsuz kudreti bu olayda da açıkça görüldü. Allah isterse korur, isterse bağışlar. İsterse minicik kuşlara koskoca bir orduyu yok ettirebilir.

Tarih 20 Nisan 571. Pazar gününü Pazartesi’ye bağlayan gecenin seher vaktiydi. Mekke sokaklarında ılık bir rüzgâr esiyordu. Gökyüzü her zamankinden berraktı. Yıldızlar daha parlak gülümsüyorlardı. Yeryüzü ise her zamankinden daha sâkindi. Daha sessizdi. Sanki kâinat bir şey bekliyordu.

       Mekke şehri uyuyordu. Sâdece bir evde telâş ve canlılık vardı. Burada, gencecik bir hanım doğum sancıları çekiyordu. Duldu. Kocasını hamileliğinin ilk aylarında kaybetmişti. Bu şerefli kadın Hazret-i Âmine idi. Doğum sırasında yanında üç hanım vardı. Bunlardan biri Şifa Hatun, diğeri Fatıma Hatun, üçüncüsü ise Ümmü Eymen’di. Doğacak nur topuna dadılık edeceklerdi. Üçü de Hazret-i Âmine’nin etrafında dört dönüyorlardı.

       Âmine’nin alnında ışıltılı bir nur parlıyordu. Öyle parlaktı ki, güneşe aya ve diğer kandillere gerek kalmıyordu. Odanın içi mis gibi kokuyordu. Hiç kimse bu kokunun nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi.

Güneş doğmaya yakındı. Her tarafı sessizlik kaplamıştı. Sanki her şey durmuştu. Bütün varlıklar, olacakları görmek ve işitmek istiyorlardı.  Sanki hepsi birer göz ve kulak kesilmişti.

        İşte o anda eşsiz bir olay meydana geldi. İnsanlığın Efendisi Peygamberimiz Hazret-i Muhammed dünyaya gözlerini açtı. Bir anda parlak bir nur dünyamızı kapladı. Yeni doğmuş nur topunun yüzü pırıl pırıldı. Şimdiye kadar böylesi görülmemişti. Bakışlarında derin anlamlar yatıyordu. Dudaklarında ise tatlı bir tebessüm vardı. Tam o sırada annelerin en bahtiyarı Hazret-i Âmine bir ses işitti. Nereden geldiğini bilmediği bir ses, “Sen insanların en hayırlısını ve bu ümmetin Efendisini dünyaya getirdin!” diyordu.

        O sıralarda o toplulukta yerleşmiş bir âdet vardı. Gece doğan çocuğun üzerine büyük bir tencere ve kazan kapatılırdı. _ tâ güneş doğana kadar. Hizmet eden kadınlar da nur topu çocuğun üzerine bir kazan kapattılar. Kazanın kapanması ile “şırak” diye bir sesin duyulması bir oldu.

        Bir de ne görsünler? Dünyanın en güzel çocuğunun üzerine kapatılan kazan bir tarafa yuvarlanıvermişti. Hem de tam ortasından iki parçaya ayrılmış bir halde. Herkes şaşırmıştı.

Yahudilerden bir çok bilgin vardı. Bunlar yanlarındaki kitaplardan Peygamberimizin sıfatlarını öğrenmişlerdi. Hicret edeceği yeride biliyorlardı.

        Peygamberimizin dünyaya geldiği gece bir yıldız doğdu. Yahudi bilginleri, “Bu gece Ahmed dünyaya gelmiştir” dediler. Peygamber Efendimizin bir adı da Ahmed’di.

        Mekke’de ticâretle uğraşan bir Yahudi vardı. Peygamberimizin dünyaya geldiği gecenin sabahıydı. Kureyş ileri gelenlerinin yanına vardı. Soluk soluğa kalmıştı. Onlara, “Bu gece sizden birinin çocuğu doğdu mu? diye sordu.

        Kureyş ileri gelenleri, “Bilmiyoruz” dediler.

        Yahudi’nin telâşına hiddet de katıldı. Şöyle konuştu:   “Vallahi, sizin bu vurdumduymazlığınıza şaştım. Beni iyice dinleyin. Bu gece bu ümmetin son Peygamberi Ahmed doğdu. Onun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben var!”

Herkes telâşlı telâşlı evine vardı. Sorup soruşturdular. Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın hanımı Âmine’den Peygamberimizin dünyaya geldiğini öğrendiler. Gelip Yahudi’ye haber verdiler.

        Yahudi, “Beni ona götürün” dedi.

        Alıp Peygamberimizin yanına götürdüler. Peygamberimizin sırtındaki beni görünce birden fenâlaştı. Kendine gelince, “Ne oldu  sana?” diye sordular.

        Şu cevabı verdi: “Artık İsrailoğulları’ndan peygamberlik gitti. Ellerinden kitapta gitti. Araplar peygamberlikle saadete ereceklerdir.”

Peygamber Efendimizin dünyaya gözlerini açtığı geceydi. İran Hükümdarı Nuşirevan müthiş bir gürültü ve çatırtı sesiyle yatağından fırladı. Halk sokaklara dökülmüştü. Manzara korkunçtu. Hükümdar sarayının o sapa sağlam burçlarından on dördü çatırdayarak yıkılıvermişti.

        Hükümdar da, halk da geceyi korku içinde geçirdi. Sabah olur olmaz hükümdar, ileri gelen din adamlarını yanına çağırdı. Tacını giyerek tahtına oturdu. Geceki hadisenin “neyin nesi” olduğunu görüşeceklerdi.

        Tam o sırada uzaklardan bir toz bulutu görüldü. Biraz sonra bir atlı belirdi. Yıldırım hızıyla şehre yaklaşıyordu. Kale önüne vardı. Kan ter içinde kalmıştı.

        “Semâve şehrinden geliyorum. Saraya gideceğim. Hükümdara verilecek bir mektup getirdim,” diyebildi. Henüz kale muhafızı ile konuşmaları bitmemişti. Bir nal sesi daha duyuldu. Az sonra bir atlı daha kale kapısı önüne dikildi. O da bir mektupla gelmişti.

Memlekette bir isyan mı baş göstermişti yoksa? Herkes heyecanlı ve endişeliydi.

        Hükümdar atlıların getirdiği mektuplardan birini açtırdı. Kale komutanı okumaya başladı: “Semâve Vadisinin suyu, Nisan ayının yirminci gecesi birden bire taşıp Semâve şehrine doğru akmıştır. Şehir halkı panik içindedir. Dağlara sığınmak zorunda kalmışlardır. Yiyecek, içecek istemektedirler…”

        Hükümdar ikinci mektubun kabını hiddetle açtı. Okuması için saray komutanına uzattı. Mektubu eline almakla birlikte komutanın rengi de değişti. Elleri titremeye başladı. Gözleri donuklaştı. Hükümdar, “Niçin durakladın? Okusana!” diye gürledi.

        Komutan kekeleye kekeleye okumaya başladı. Bu mektupta daha korkunç bir haber vardı. Bin yıldır yanan ateş birden bire sönüvermişti. Mecûsiler bu ateşin hiç sönmeyeceğine inanıyorlardı. Hükümdar Nuşirevan büsbütün korku ve dehşete kapıldı.

       “Şaşılacak şey! Şaşılacak şey!” diye haykırdı.

Doğrusu şaşılacak bir şeydi. Bir gece aynı anda üç korkunç olay olmuştu. Şimdiye kadar görülmemiş olaylardı bunlar. Sarayın on dört burcu yıkılmıştı. Bin yıldan beri yanmakta olan ateş sönmüş, Semâve Vadisinin suyu taşarak etrafı basmıştı. Neyin nesiydi bütün bunlar?

        Hükümdar tacını giydi. Tahtına oturdu. Önce baş hakime söz verdi. O da, aynı gece gördüğü rüyayı anlattı. “Rüyamda,” dedi, “bir sürü azgın deve, bir alay cins Arap atıyla Dicle suyunu geçti. Sonra topraklarımıza daldı.”

        Konuşan kişi sözüne güvenilir biriydi. Hükümdar rüyanın tesiri altında kalmıştı:

        “Bunların anlamını kim bilebilir? diye sordu.

        Baş hakim de, “Arap dünyasında çok önemli gelişmeler olacağına işâret olabilir efendim” diye konuştu.

       Hükümdarın şaşkınlığı had safhaya varmıştı. Bütün bunları yorumlayacak birini araştırdı. “Bunların mânâsını kim çözebilir?” diye sordu.

Orada bulunanların hepsi bir ağızdan karşılık verdiler: “Bunu ancak Satih bilebilir.”

        Satih Allah’ın garip mi garip bir kulu idi. Vücudunda tek bir kemik yoktu. Devamlı sırt üstü yatardı. Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı. Çok bilgili biriydi. Hükümdarın adamları vakit geçirmediler. Şam’da bulunan Satih’i yanına gittiler. Satih son anlarını yaşıyordu. Yüz yaşını çoktan aşmıştı. Yerinden doğrulacak gücü kalmamıştı.

        Bunu gören elçiler olup bitenleri oracıkta ona anlattılar. Ölüm döşeğinde yatan Satih anlatılanları duyunca birden canlandı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Heyecan içinde haykırdı: “Beklenen Peygamber gelmiştir!”

Elçiler sordular: “Öyleyse, Hükümdar sarayının on dört burcunun yıkılması neyin işaretidir?”

        Satih, “Sasanilerden, yıkılan burç sayısınca hükümdar gelecek. Sonrada bu devlet ortadan kalkacaktır!” diye cevap verdi.

        Bunlar Satih’in son sözleri oldu. Sözlerinin bitmesiyle birlikte gözleri de kapandı. Et yığını Satih bu gerçekleri söyleyip ölmüştü.

        Elçiler gidip durumu hükümdarlarına aktardılar.

        Sonradan her şey aynen Satih’in yorumladığı gibi çıktı. Sasanilerden on dört hükümdar geldi. Sonra İran devleti, Hz. Ömer zamanında İslâm topraklarına katıldı.

        Dünya, Peygamberimizin doğduğu gece böylesine harika olaylara sahne olmuştu.

 
  Bugün 2 ziyaretçi (5 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol