İSLAM
  Beklenen Peygamber
 

 

3 - BEKLENEN PEYGAMBER

 

       ÖZET :  Medine’ye yolculuk, Hz. Amine’nin vefatı, dedesinin himayesi altına alışı, Peygamberimizin kayboluşu, yağmur duası, Abdülmuttalib’in Yemen yolculuğu, Abdülmuttalib’in vefatı, Peygamberimizin amcasının yanındaki günleri.

Kâinatın Efendisi altı yaşına girmişti. Annesi Hz. Âmine onu alıp Medine’ye götürdü. Orada akrabaları vardı. Aynı zamanda sevgili eşi Hz. Abdullah’ın mezarı da buradaydı. Peygamberimiz babasının kabrini ziyâret etti. Gözyaşlarını tutamayıp ağladı.

        Medine’de bir ay kadar kaldıktan sonra Mekke’ye dönmek üzere yola çıktılar. Çöl, uçsuz bucaksız bir denize benziyordu. Yanlarında Peygamberimizin dadısı Ümmü Eymen de vardı.

        Yola çıktıktan az sonra Hz. Âmine âniden hastalandı. Rahatsızlığı gittikçe artıyordu. Peygamberimizle dadısı telâşa kapıldılar. Kendilerini zar zor Ebvâ denilen köye attılar. Hz. Âmine’nin dizlerinde kuvvet kalmamıştı. Oracıkta bir ağacın altına yığılıverdi. Üstüne bir örtü örttüler. Kan ter içinde kalmıştı. Peygamberimiz de annesinin haline ağlıyordu. Kendisini annesiz kalacağı endişesi sarmıştı. Babasını göremeden kaybetmişti. Şimdi de annesini mi âhirete yolcu edecekti? Peygamberimiz bunu düşünüyor, için için üzülüyordu. Bir ara kendisini toparladı. “Nasılsın anneciğim?” diye sordu.

        Şefkat yüklü anne, yavrusunun üzülmesine razı değildi. Hastalığının çok ağır olduğunu biliyordu. Ama bunu Nur Yavrusuna hissettirmek istemiyordu. “İyiyim, canım oğlum, bir şeyim yok,” dedi.

Bu birkaç kelimelik konuşmadan sonra bütün bütün kendinden geçti. Hastalık konuşmasına bile engel oluyordu. Bir ara derinden derine “su” diye mırıldandı. Nur yüzlü Peygamberimiz hemen annesine su yetiştirdi. Hz. Âmine su kabıyla birlikte yavrusunun da yumuşak ellerini tuttu. Gözlerini açtı. Son bir defa yavrusunun güneş gibi pırıl pırıl parlayan yüzüne baktı. Bir anne şefkati ile okşadı.

        Hz. Âmine, dünyadaki son anlarını yaşadığını hissetmişti. Bunu gizlemeye gerek yoktu. En çok da geride bırakacağı Nur Yavrusu için üzülüyordu. Sevgili oğluyla vedalaşmak dayanılmaz bir acıydı. Gözyaşları arasında, “Canım oğlum” dedi. “Her yaşayan ölür. Her yeni eskir. Her şey geçicidir, gider. Ben de öleceğim. Senin gibi ter temiz bir yavruyu geride bırakarak gidiyorum. Bunun için sevinçliyim.”

        Bunlar Hz. Âmine’nin son sözleri oldu. Gözlerini yumdu. Ruhunu yüce Allah’a oracıkta teslim etti.

        Peygamberimizle Ümmü Eymen donakalmıştı. Dilleri tutulmuştu. Kâinatın Efendisinin gözyaşları sicim gibi akıyordu. Ümmü Eymen kedisini çabuk toparladı. Nur Yavrunun gözyaşlarını elleriyle sildi. Onu bağrına bastı. “Üzülme, ağlama Muhammed’im,” dedi. “İlâhî kadere karşı boynumuz kıldan incedir. Can da Onun, mal da Onundur. O vermiş yine o alacaktır.”

       Böylece Peygamberimiz küçük yaşında hem babasız, hem de annesiz kalmıştı. Fakat sahipsiz değildi. Sahibi ve koruyucusu Allah’tı.

Kâinatın Efendisini dedesi yanına aldı. Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib hayli yaşlıydı. Kureyş Kabilesinin reisiydi. O da Peygamberimizin nurundan nasibini almıştı.

        Abdülmuttalib uzun boylu, heybetli görünüşlü idi. Parlak bir yüze sahipti. Sözü oldukça tatlıydı. Utangaçtı. Nazikti. Güzel ahlâk sahibiydi. Cömert ve mertti. Açları doyurmaktan büyük lezzet alırdı. Hattâ bu yardımseverliğini hayvanlardan bile esirgemezdi. Aç, susuz kalmış kurdu, kuşu bile düşünürdü. Çocukları da çok seviyordu. Sevgili torunu Peygamberimizi ise canı gibi severdi. Onu şefkat kanatları altına almıştı. Onsuz hiçbir yere gitmezdi.

        Sevgili Peygamberimiz de dedesini çok severdi. Sözlerini dinler, kendisini hiç utandırmazdı. Aksine iftihar duyacağı davranışları olurdu. Nur Torununun sözleri, hareketleri büyük insanlarınkinden farksızdı. Zaman zaman toplantı ve sohbetlerde Abdülmuttalib’e sorular sorulurdu. O da torunu Peygamberimizle konuşmadan, onun görüşünü almadan cevap vermezdi. Torunu, dedesinin samimî bir arkadaşı, içten bir dert ortağıydı. Bütün bunlara rağmen Peygamberimiz asla şımarmaz, dedesine karşı hürmette kusur etmezdi.

Abdülmuttalib’in Kâbe duvarlarının gölgesinde serili bir minderi vardı. Çocuklar bu mindere oturamazdı. Abdülmuttalib de çocuklarından hiç birini mindere oturtmazdı. Sadece Peygamberimizi kucaklayarak minderin yan tarafına oturturdu. Onu oradan indirmek isteyenlere de engel olurdu. “Bırakınız sevgili torunumu, yanıma otursun. O ileride büyük bir insan olacaktır,” derdi.

        Tâ o zamandan torununun büyüyüp Peygamber olacağını sezmiş gibiydi. Kâinatın Efendisi sofrada da dedesinin yanında otururdu. Dedesi o olmadıkça yemeğe başlamazdı.

        Bir gün Abdülmuttalib torununu devesini almaya göndermişti. Peygamberimiz birazcık gecikti. Abdülmuttalib birden telâşa kapıldı. Üzüntüsünden ne yapacağını şaşırmıştı. Kâbe’ye gitti. Ellerini açarak yalvardı: “Allah’ım Muhammed’imi bana geri ver!”

        Az sonra Peygamberimiz deve ile birlikte çıkageldi. Dedesi sevincinden uçacak gibiydi. Torununu sevgiyle kucakladı.

        “Biricik evladım,” dedi. “Senin için çok üzüldüm. Çok feryat ettim. Bundan sonra seni asla yanımdan ayırmayacağım. Tek başına bir yere göndermeyeceğim.”

        Daha sonra Abdülmuttalib torununu yanından ayırmadı.

O sıralarda Mekke de şiddetli bir kuraklık vardı. Aylardır bir damla yağmur yağmamıştı. Yiyecek bir şey bulunmuyor, insanlar içecek suyun hasretiyle yanıyorlardı.

        Abdülmuttalib sevgili torununun büyüklüğünü anlamıştı. Onu yanına alıp Ebû Kubeys Dağına çıktı. Mekkeliler de onların peşinden geldiler. Abdülmuttalib, yüzünü Kâbe’ye çevirdi. Peygamberimizi kucaklayıp üç defa yukarıya doğru kaldırdı. “Allah’ım! Bu çocuk hakkı için, bizi bol yağmur ile sevindir” diye dua etti.

        Çok geçmedi. Gökyüzü karardı. Ardından bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Yağmur damlalarıyla insanların sevinç gözyaşları birbirine karıştı. Abdülmuttalib’in torununa olan sevgisi bir kat daha arttı. Onu koruyup gözlemeye daha çok dikkat etmeye başladı.

        Abdülmuttalib, Mekkelileri temsilen Yemen’e gittiğinde torunundan ayrı kaldı. Yemen hükümdarı Seyf, ülkesini Habeşlilerden geri almıştı. Babasının tahtına oturmuştu. Arabistan’daki kabile reisleri kendisini tebrike geliyorlardı. Peygamberimizin dedesi de bir heyetle gitmişti. Saraya kabul edildiler.

Abdülmuttalib kendilerini tanıttı: “Biz,” dedi. “Allah’ın hayırlı kıldığı yerlerin insanlarıyız. Kâbe’nin hizmetkârıyız…”

        Hükümdar dikkatle dinliyordu. “Ey tatlı dilli kişi, sen kimsin?” diye sordu.

        O da, “Haşim’in oğlu “Abdülmuttalib” diye cevap verdi.

        Hükümdar buna son derece sevindi: “Ziyâretinden son derece memnun oldum,” dedi. “Siz gece gündüz sohbet etmeye lâyıksınız. Şerefli insanlar olduğunuzu biliyoruz.”

        Hükümdar bununla da yetinmedi. Sözlerinde samimî olduğunu göstermek istiyordu. Abdülmuttalib’i bir ay boyunca sarayda konuk etti. Abdülmuttalib de bunu seve seve kabul etti.

        Abdülmuttalib ve arkadaşları bir ay müddetle sarayda kaldılar. Bu süre içerisinde adeta unutuldular. Ne hükümdarla görüşebildiler, ne de Mekke’ye dönmelerine izin verildi.

        Hükümdar misafirleri ancak bir ay sonra hatırlayabildi. Bir gün gizlice Abdülmuttalib’i yanına çağırdı. “Ey Abdülmuttalib,” dedi. “Sana bir sır emanet edeceğim. Bu sırrın seninle ilgili olduğunu zannediyorum. Bu, başkasından gizlediğim önemli bir sırdır.”

Peygamberimizin dedesi meraklanmıştı: “Nedir o?” diye sordu.

        “O, şu sıralarda doğmuş olması gereken bir çocukla ilgilidir. Bu çocuk sizin o taraflarda doğacaktır. İki kürek kemiği arasında bir ben vardır. Babası ve annesi ölünce, onu önce dedesi yanına alacaktır. Sonra da amcası. “O güzel yerler fethedecektir. Kıyamete kadar da insanlara önder olacaktır.”

        Abdülmuttalib çok meraklanmıştı. Bir şeyler sezer gibi olmuştu. Heyecana kapılmıştı. Yeniden sordu:

        “Ey Hükümdar!” dedi. “Ömrün uzun, saltanatın devamlı, şânın yüce olsun. O çocuk hakkında biraz daha açıklama yapar mısın?”

        Hükümdar onun bu isteğini geri çevirmedi. Bazı işaretlerden söz etti. Sonra gözlerini, Abdülmuttalib’in gözlerine dikti.

        “Ey Abdülmuttalib! Bütün bu işâretlere bakılacak olursa bu çocuk senin torunun. O dede de sensin” dedi.

        Abdülmuttalib bu sözleri duyunca titredi. Secdeye kapandı. Bu sefer şaşırma sırası hükümdara gelmişti.

        “Ne oldu sana ey Abdülmuttalib?” diye sordu.

        Abdülmuttalib’in gözlerinin içi gülüyordu. Bildiklerini anlattı:

“Ey Hükümdar! Benim Abdullah adında bir evlâdım vardı. Kendisini çok severdim. Onu Mekke’nin ileri gelenlerinden birinin kızıyla evlendirdim. Bir çocukları dünyaya geldi. İki kürek kemiği arasında bir ben vardır. Saydığın işaretlerin hepsini de üzerinde taşıyor. Babası ve annesi de ahirete göçtüler. Kendisi şimdi benim yanımdadır.”

        Hükümdar Seyf, yanılmamıştı. O da sevinçliydi. Bakışlarını Abdülmuttalib’in üzerine dikti. “Ey Abdülmuttalib! Çocuğunu çok iyi koru. Yahudiler onun düşmanıdırlar. Kendisine zarar verebilirler. Buna dikkat et. Şunu da bilmeni istiyorum. Allah onun düşmanlarına fırsat vermeyecektir.”

        Aradan birkaç gün geçtikten sonra Abdülmuttalib Mekke’ye döndü. Beraberinde hükümdarın hediyeleri de vardı. Abdülmuttalib’e bu ayrılık seneler gibi gelmişti. Mekke’ye indiğinde ilk işi torununu bağrına basmak oldu. Ayrılık acısını kavuşmanın lezzetiyle giderdi.

Abdülmuttalib bir gün aniden rahatsızlandı. Yaşı da hayli ilerlemişti. Rahatsızlığı gittikçe artıyordu. Anlaşılan âhirete göçü yaklaşmıştı.

        Bugüne kadar sevgili torununa gözü gibi bakmıştı. Ama yapması gereken son bir vazifesi vardı. Onu teslim edeceği emin bir kişi bulmalıydı. Bütün oğullarını yanına çağırdı. Önce aklına Ebû Leheb geldi. Fakat o katı kalpli, merhametsiz biriydi. Nur Yavruyu ona bırakmaya gönlü elvermedi.

        Abbas’a döndü. O da olmazdı. Çünkü onun çocukları çoktu. Bu yüzden ancak onlarla ilgilenebilirdi. Hz. Hamza’yı hatırladı. Ona da gönlü razı olmadı. Genç ve ama meraklı biriydi. Torunu ile gereği gibi ilgilenemezdi. Birden Ebû Talip’e döndü. “ İşte Nur Torunumun koruyucusu” deyiverdi içinden. Gerçi Ebû Talip zengin değildi. Serveti yoktu. Ama şefkatli, merhametli ve sevgisi boldu. Torununu en güzel şekilde ancak o koruyabilirdi.

        Bununla birlikte Abdülmuttalip sevgili torununa sordu: “Amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin?”

        Sevgili Peygamberimiz bu soruya hareketleriyle karşılık verdi. Yerinden kalkarak amcası Ebû Talip’in boynuna sarıldı. Böylece kimin yanında kalmak istediğini belli etmiş oldu.

       Abdülmuttalib ölüm yatağındaydı. Belki de son anlarını yaşıyordu. Tercihinde isâbet etmişti. Gözü arkada kalmayacaktı. Bunun üzerine Ebû Talip’e  dönerek şunları söyledi: “Bak oğlum! Torunumu sana emanet ediyorum. Ona iyi bak. O, ilâhî bir emanettir.”

        Ebû Talip de çok sevinçliydi. Sevgili yeğeninin kendisini seçmesi onu duygulandırmıştı. Gözleri dolu dolu oldu.

        “Sen hiç merak etme babacığım. Onu kendi canımdan bile üstün tutacağım. Onu koruyup gözeteceğim. Bundan emin olabilirsin” dedi.

        Abdülmuttalib’in gözleri yaşla doldu.Bunlar sevinç gözyaşlarıydı. Artık içi rahattı. Gönlü huzur içindeydi. Sevgili torununu merhametli amcasına teslim etmişti.

Abdülmuttalib bundan sonra pek fazla yaşamadı. Torununu sevmeye doyamadan ebedî âleme göç etti. Sevgili Peygamberimiz dedesinin ölümüne çok üzüldü. Cenâzenin defni sırasında gözyaşlarını tutamadı. Bazen hıçkıra hıçkıra, bazen içten içe ağladı. Bütün Mekkeliler de üzüntü içerisindeydiler.

        Sevgili Peygamberimiz ömrünün ilk sekiz senesini işte böyle geçirdi. Hep acılar, üzüntüler ve kederler yaşadı. Yüce ruhu ve ince kalbi ilerde karşılaşacağı zorluklara karşı koymaya alıştırılıyor gibiydi.

        Ebû Talip oldukça fakirdi. Fakat son derece iyilik sever birisiydi. Sütünden istifade edilen devesinden başka hiçbir şeyi yoktu. Üstelik âilesi de kalabalıktı. Bu yüzden geçim sıkıntısı çekiyordu.

        Bununla birlikte Mekkeliler tarafından çok sevilirdi. Çünkü dürüsttü, doğruydu, yardımseverdi. Hiçbir kötülüğünü gören olmamıştı.

        Ebû Talip, sevgili Peygamberimizi de candan severdi. Onu kendi çocuklarından ayırt etmezdi. Gittiği her yere onu götürür, yanı başına oturturdu. Bir arkadaş gibi onunla konuşur, sohbet ederdi.

Ev halkı peygamberimiz olmadan sofraya oturmazdı. O, bulunduğu sofraların bereketini arttırıyordu. Peygamberimizin bulunduğu sofradan herkes doyarak kalkardı. Hattâ yemeğin arttığı bile olurdu. Bulunmadığı zamanlarda ise sofradakiler doymadan yemek bitiverirdi.

        Peygamberimiz küçük yaşından beri az yerdi.  Allah’ın verdiği nimetlere hürmet ederdi. Büyükleri yemeğe başlamadan, o aslâ lokmayı ağzına almazdı. Hiçbir zaman açlıktan, susuzluktan şikâyet etmezdi.

        Ebû Talip’in hanımı da Nur Yavruyu çok seviyordu. Bakımına öz evlâdı gibi dikkat ederdi. Bazen onu yedirip giydirmeden çocuklarıyla bile meşgul olmazdı. Böylece, Peygamberimize yetim kalmış olmanın acısını hissettirmemeye çalışırdı.

        Sevgili Peygamberimiz de saygı ve hürmetinde asla kusur etmezdi. Çok sonraları, yengesinin ölümünde, “Bugün annem öldü” diyerek saygısını dile getirmişti. Sonra da gömleğini çıkarıp ona kefen yapmıştı. Hatta kabrine inmiş, bir süre orada kalmıştı.

        Bunu gören Müslümanlar merak ettiler. Sebebini sordular. Sevgili Peygamberimiz de şu açıklamayı yaptı:

         “Amcam Ebû Talip’ten sonra bu kadıncağız kadar bana iyilik eden kimse olmadı. Cennet elbiselerinden bir elbise giymesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre alışması için de bir müddet yanında kaldım.”

Peygamberimiz kendisine yapılan iyilikleri hiç unutmazdı. Peygamberimiz on yaşına girmişti. Yanında kaldığı amcası geçim sıkıntısı çekiyordu. Yardıma muhtaçtı. Birkaç koyun ve keçinin gelirinden başka bir geliri yoktu. Bunların güdülmesi için bir çoban tutulması gerekti. Bu ek bir masraf demekti. Sevgili Peygamberimiz buna izin vermedi. Koyun ve keçileri kendisinin güdeceğini söyledi. Böylelikle hiç değilse amcasını çoban masrafından kurtarmış olacaktı.

        Onu canı gibi seven amcası buna razı olmadı. Fakat Peygamberimizin şiddetli ısrarı karşısında kabul etti. Bu sefer de yengesi izin vermiyordu. Gözü gibi baktığı Nur Yavruyu yakıcı güneş altında bırakmaya gönlü elvermiyordu. 

        Ancak Peygamberimiz bu arzusunda kararlı idi. Sonunda Fatıma Hatunu da razı etti. Artık her gün sabahleyin erkenden koyun ve keçileri alıp götürüyordu. Vadi ve tepelerde dolaştırıp otlatıyordu. Böylece geçim sıkıntısı içindeki amcasına yardım etmiş oluyordu. Bu sırada yalnız başına kalabilme imkânı da bulmuştu. Kırda, Yüce Yaratıcısının her an tazelendirdiği güzel manzaraları seyrediyordu. Ruhu onlardan büyük bir zevk alıyordu. Mübarek ömürlerinin bir senesi böyle geçti.

       Peygamberimiz henüz on yaşlarında iken bile boş durmayı sevmiyordu.

Koyun gütme hadisesinden seneler sonraydı.  Bir gün, birkaç Müslüman’la birlikte kıra çıkmıştı. Beraberce misvak ağacının yemişlerini topluyorlardı. Önce tatlı tatlı tebessüm ettikleri görüldü. Sonra, “Siz onların karalarını toplayınız. Zira, en lezzetlileri siyah olanlarıdır” dedi.

        Yanındakiler merakla, “Ey Allah’ın Peygamberi! Bu yemişin iyisini, kötüsünü daha çok çobanlar bilir. Siz de koyun güttünüz mü?” diye sordular.

        Sevgili Peygamberimiz yine tebessüm etti. “Bütün Peygamberler koyun gütmüştür,” dedi. Sonra ilâve etti:

        “Musa (a.s.) gönderildi. Koyun güderdi. Davut (a.s.) gönderildi. Koyun güderdi. Ben de Peygamber olarak gönderildim. Ben de amcamın koyunlarını Mekke’nin alt tarafında güderdim.

 

 
  Bugün 1 ziyaretçi (1 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol