İSLAM
  Cennet Yolu
 

 

8 - CENNET YOLU

      

       ÖZET :  Uhud savaşı, devenin şikayeti, Peygamberimizin koyuna acıması, Nesibe Hatun, Hz. Hamza’nın şehit edilmesi, kahraman Talha, yetim çocuk, Peygamberimizin duası.

Bedir Savaşı geride kalmıştı. Ama din düşmanları boş durmuyorlardı. Gayeleri İslâmiyet güneşini söndürmekti. Ama Allah gönderdiği dini tamamlayacaktı. Din düşmanları bundan habersizdiler. Akılları başlarına gelmemişti. Yeni bir ordu kurup Müslümanların karşısına dikildiler Müslümanlar da hazırlıklıydı. Din düşmanlarına yeni bir ders vermenin tam zamanıydı.

        İslâm ordusu Uhud’a doğru yola çıktı. Bir dinlenme ânıydı. Peygamberimiz burada ordusunu gözden geçirdi. Ordu safları arasında yirmiye yakın çocuk vardı. Hepsi de din düşmanlarıyla savaşmak arzusuyla orduya katılmışlardı. Ama yaşları çok küçüktü. Savaşmaları imkânsızdı. Bu yüzden Peygamberimiz onları geri çevirdi. Bu çocuklardan biri de Rafi idi.

        Züheyr adındaki Sahabî, Rafi’yi çok iyi tanıyordu. Yaşı küçüktü, ama keskin bir nişancıydı. Ok atmada üzerine yoktu. Peygamberimize müracaat etti: “Ey Allah’ın Elçisi,” dedi. “Rafi çok iyi ok atar. İzin verirseniz bizimle gelsin.”

       Peygamberimiz o sırada Rafi’yi gördü. Ayak parmaklarına basarak geziniyordu. Uzun boylu görünüp orduda kalmak istiyordu. Bütün arzusu din düşmanlarına karşı savaşmaktı. Bu arzu Peygamberimizi sevindirdi. Onun orduda kalmasına izin verdi.

Uhud meydanı ana-baba gününe dönmüştü. Din düşmanlarıyla Müslümanlar arasında amansız bir savaş sürüyordu. Müslümanlar kahramanca çarpışıyorlardı. Düşman ordusu bozulmaya yüz tutmuştu. Bir parlak zafer daha kazanılmak üzereydi. Ancak o anda beklenmedik bir hadise oldu Savaşın kazanıldığını gören Müslüman okçular yerlerini terk etmişlerdi. Peygamberimiz ise onlara kendisinden işaret almadıkça yerlerinde kalmalarını emretmişti. Okçuların ileri çıktığını gören düşman atlıları İslâm ordusunu arkadan kuşattı. Müslümanlar şaşırmıştı. Ne yapacaklarını bilemez bir haldeydiler. Dağılmaya yüz tutmuşlardı.

       Peygamberimiz yine eşsiz cesaretini gösterdi. Savaş meydanını terk etmedi. Bu davranışı ile diğer Müslümanlara örnek olmak istiyordu. Etrafında çok az Müslüman kalmıştı. Onlar da canlarını dişlerine takmışlar, Peygamberimizi korumaya çalışıyorlardı. İmanlı göğüslerini düşman oklarına siper ediyorlardı.

       Fedakârca çarpışanlardan bir de Hz. Talha idi. Düşman askerleri Peygamberimizin çevresini kuşatmışlardı. Ona ulaşmak istiyorlardı. Hz. Talha kahramanca savaşıyor, Peygamberimizin etrafında dört dönüyordu.

       Savaşın en nazik zamanıydı. Bir avuç Müslüman savaşçı Peygamberimizi koruma mücadelesi veriyordu. Bir ara düşmanın keskin nişancılarından birinin yayını gerdiği görüldü. Peygamberimize nişan almıştı. Hz. Talha bu okun Peygamberimize isabet edeceğini anlamıştı. Birden yerinden fırladı. Elini kaldırdı. Hızla gelen oka hedef yaptı. Ok elini delip geçmişti. Kan revan içerisindeydi. Ama o buna aldırmıyordu. Okun Peygamberimize isabet etmemiş olmasına seviniyordu. O, Peygamberini korumak uğruna canını bile vermeye hazırdı.

Hz. Talha’nın kan kaybından ayakta duracak hali kalmamıştı. Bir ara yere yığıldı. Bayılmıştı. Hz. Ebû Bekir yardımına koştu. Yüzüne su serpti. Kendine gelen Hz. Talha’nın yaralarına aldırış ettiği yoktu. O Peygamberini düşünüyordu. Hz. Ebû Bekir’e, “Resulallah  ne durumdadır?” diye sordu.

       “İyidir,” dedi Hz.Ebû Bekir. “Merak edilecek bir şey yok.”

        Hz. Talha birden canlandı. Sanki akan kanlar kendisine ait değildi. Kendisini çok dinç hissetti. “Allah’a şükürler olsun,” dedi. “Peygamberim sağ olduktan sonra bu yaraların hiçbir kıymeti yoktur. Onun uğrunda her belâ ve musibete katlanmaya razıyım.”

       İslâmiyet, Allah adının yayılıp yücelmesi için kanını akıtıp, canını verenlerin sayesinde cihana yayıldı. Dini uğrunda canını seve seve verenler kendilerini ebedî bir saadetin beklediğini biliyorlardı.

       Aslında ilk Müslümanların fedakârlıklarını anlatmak kolay değil. Çektikleri eziyet ve sıkıntılar gözlerimizi yaşartır.

Bir kum denizini düşünün. Güneşin kavurucu sıcaklığı üzerine düşmüştür. Alev almış yanıyor gibidir. İşte böyle bir çölde Müslümanlar ayakları çıplak yol almaktan çekinmemişlerdi. Gayeleri de sadece Allah’ın dinini yaymaktı. Allah’ın rızasını kazanmak, şehitlik rütbesine erişmek tek dilekleriydi. Ayakları taştan, kumdan delindiği, uzun yol yürümekten şiştiği halde aldırmazlardı. Bazen ayaklarına bez bağlayarak yollarına devam ettikleri olurdu. Allah yolunda bütün sıkıntılar katlanıyorlardı.

       Yine böyle sıkıntılarla dolu bir yolculuğa çıkmışlardı. İslâm ordusu bir yerde konaklamıştı. Sahabilerden biri burada bir kuş yavrusu bulmuştu. Bu arada anne kuş çıkageldi. Durmadan çırpınıyor, yavrusunu kurtarmak istiyordu. Kuş, yavrusunu elinde tutan sahabinin ellerine atılıyordu. Bu bir annenin şefkatini gösteriyordu. Hayvan da olsa yavrusu için canını fedâya hazırdı. Müslümanların kuşu hayranlıkla seyretmeleri Peygamberimizin dikkatini çekti. Onlara tebessümle baktı.

       “Siz,” dedi, “yavrusunu kurtarmak isteyen şu kuşu görüyorsunuz. Çırpınıyor. Şunu unutmayın. Sizi yaratan Rabbinizin size olan şefkati, acıması, merhameti çok çok daha fazladır. Hem şu kuşun yavrusuna şefkatinden kat kat fazla.”

       Bu sözler Müslümanlara çok tesir etti. Yavruyu elinde tutan Sahabî onu derhal salıverdi. Diğer Müslümanlar da bunun üzerine derin düşüncelere daldılar.

Yine aynı sefer sırasındaydı. Bir garip olay daha oldu. Bir deve hızla geldi. Peygamberimizin önünde diz çöktü. Sonra boynunu öne uzattı. Peygamberimize bir şeyler anlatıyor gibiydi. Sahabiler şaşırmışlardı. Devenin hareketleri garipti. Ne demek istiyordu? Derdi neydi? Herkesi bir merak sarmıştı.

       Peygamberimiz birden Müslümanlara döndü: “Bu devenin söylediklerini biliyor musunuz?” dedi.

       Müslümanlar, “Hayır, bilmiyoruz” dediler.

       Peygamberimiz şöyle izah etti: “Bu deve sahibini şikâyet ediyor. Kendisini senelerdir çalıştırdığını, şimdi de kesmek istediğini söylüyor.”

       Müslümanların merakı dinmişti. Ama iş bitmiş değildi. Peygamberimiz Hz. Câbir’e döndü: “Git!” dedi, “Devenin sahibini bul getir.”

       Hz. Câbir şaşırmıştı. “Ey Allah’ın Peygamberi” dedi. “Devenin sahibini tanımıyorum ki.”

       Peygamberimiz tebessüm etti : “Deve, seni sahibine götürür.”

       Gerçekten de deve, Peygamberimizden emir almış gibi Sahabînin önüne düştü. Doğruca sahibinin yanına götürdü.

Hz. Câbir adamı aldı, Peygamberimizin huzuruna çıkarttı. Peygamberimiz, “Devenin söyledikleri doğru mu?” diye sordu.

       Adam “Evet” dedi. “Söyledikleri doğrudur.”

       Devenin sahibi ondan sonra deveye ne fazla yük yükledi, ne de onu kesti.

       Peygamberimiz son derece cesurdu. Kahramandı. Ama son derece de yumuşak kalpli, yufka yürekliydi. “Merhamet etmeyene, Allah da acımaz” derdi.

       Günün birinde torunu Hz. Hasan’ı kucağına almıştı. Alnından öpüyor, saçını, başını okşuyordu. O sırada yanına birisi girdi. Peygamberimizin bu haline şaşırdı. Koskoca Peygamber bir çocukla birlikteydi. ‘olacak şey değil’ diye düşündü.

       “Yâ Resûlallah” dedi. “Benim on çocuğum var. Şimdiye kadar hiçbirini kucağıma alıp sevmiş değilim. Sizin bu hareketinize şaştım doğrusu.”

       Asıl şaşılacak olan bu sözleri söyleyenin kendisiydi. Peygamberimiz adama acımıştı: “Allah,” dedi. “Senin kalbinden merhameti almışsa ben sana ne yapabilirim?” Sonra sözlerini şöyle tamamladı: “Acımayana, merhamet etmeyene, acınmaz ve merhamet edilmez.”

Peygamberimiz hayvanlara da acır, onları korurdu. Kendi elleriyle susamış kediye su içirdiği olurdu, Şöyle derdi: “Yüce Allah, susuzluğun şiddetinden dili çıkmış, soluyan bir köpeğe su içirdiğinden dolayı bir adamı bağışladı.” Başka bir gün Peygamberimizin karşısına bir koyun çıktı. Hayvanın her halinden acıkmış olduğu belliydi. Peygamberimiz hurma yiyordu. O zavallı hayvana acıdı. Yediği hurmalardan ona da yedirdi.

       Uhud harbinin en kritik ânı yaşanıyordu. Düşman askerleri Peygamberimizi kuşatmışlardı. Mücahitlerin bir çoğu şehit düşmüştü. Etrafında çok az sayıda Müslüman kalmıştı. Bunlardan  biri de Mus’ab Hazretleri idi. İslâm sancağı elindeydi. Onu asla yere düşürmek istemiyordu. Ölümüne savaşıyordu. Bir ara İbn-i Kamia adlı düşman askeri ansızın yanına yaklaştı. İndirdiği kılıç darbesiyle sağ elini kesti. Hz. Mus’ab buna rağmen yıkılmadı. Sancağı sol eline aldı. Bu sancak İslâm’ın izzet ve şerefini temsil ediyordu. Onu yere düşürmek istemiyordu.

       İbn-i Kamia hırsını alamamıştı. Bir kılıç daha salladı. Hz. Mus’ab’ın sol eli de kopmuştu. Bu kahraman sahabî şerefli sancağı kollarıyla tuttu. Göğsüne bastırdı. O anda tek gayesi, şerefli sancağı yere düşürmemekti.

Azılı din düşmanının gözleri kan çanağına dönmüştü. Kana doymak bilmiyordu. Bu sefer mızrağıyla saldırdı. Hz. Mus’ab da artık dayanacak güç kalmamıştı. Kendisini tutamayarak yere yıkıldı. Kelime-i Şahadet getirdi ve şehit oldu. Sancağı ise Hz. Ali eline aldı.

        Harp sona ermişti. Peygamberimiz şehitler arasında dolaşıyordu. Hz. Mus’ab’ın başucuna geldiğinde şu âyeti okudu: “Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah’a verdikleri sözde dururlar. Onlardan bazıları şehit oluncaya kadar çarpışacaklarına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.”

       İşin daha acıklı bir tarafı vardı. Hz. Mus’ab’a doğru dürüst bir kefen bulunamamıştı. Üzerinde kaftanı vardı. Baş tarafına örttüklerinde ayak tarafı açılıyor, ayağına çektiklerinde ise baş tarafı açılıyordu.

       Peygamberimiz, dini için canını veren Hz. Mus’ab’ın kefensiz kalışına üzülmüştü: “Baş tarafına kaftanı, ayağını ise otla örtünüz” diye emretti.

       İslâmiyet için canlarını seve seve veren Müslümanlara bir kefen dahi bulunamıyordu. Ottan yapılan kefenlerle toprağa veriliyorlardı.

       Uhud’da çarpışan İslâm ordusu içinde kadınlar da vardı.Yaralanan mücahitlerin yaralarını sarmak maksadıyla orduya katılmışlardı. Ayrıca susayana su yetiştiriyorlardı. Bunlardan biri de Nesibe Hatundu. Kocası ve iki kahraman oğlu ile Uhud’a gelmişti. Kocası ve oğulları çarpışacak, kendisi de yaralı Müslümanların yardımına koşacaktı.

Müslümanlar kazanacakları bir savaşı kaybetmek üzereydiler. İslâm ordusu büyük ölçüde dağılmıştı. Peygamberimiz her şeye rağmen savaş alanını terk etmemişti. Etrafta ise çok az sayıda  Mücahit kalmıştı. Düşman askerleri ise olanca güçleriyle yükleniyorlardı. Peygamberimize ulaşıp hayatına son vermek istiyorlardı.

       Kahraman kadın Nesibe Hatun da bunu fark etmişti. Peygamberimiz ateş hattında, ok ve kılıç darbeleri ile karşı karşıya iken o nasıl bir köşede durabilirdi. Yere düşmüş kılıçlardan birini aldı. O bir avuç Müslüman’ın arasına katıldı. Olanca cesaretiyle kılıç sallamaya başladı. Düşman askerlerinin Peygamberimize ulaşmasını önlemek istiyordu. Bu uğurda hayatını kaybetse bile umurunda değildi. Çünkü şehit olacaktı. Bundan daha büyük şeref ve fazilet olamazdı.

       Peygamberimiz de bu kahraman kadının cesaretini görüyordu. Din düşmanlarına aman vermiyordu. Benim diyen yiğitlere taş çıkartıyordu. Bir ara Peygamberimiz kendisine seslendi: “Ey Nesibe” dedi. “Senin bu katlandığın zorluklara bir başkası kolay kolay dayanamaz.”

       Nesibe Hatun birçok yaralar almıştı. Ama o bunlara aldırmıyordu. Sadece Peygamberimizi korumayı düşünüyordu. Bu uğurda şehit olmaya hazırdı. Düşündüklerini Peygamberimize söylemişti: “Yâ Resûlallah” dedi. “Bunlar mühim değil. Senin uğrunda her türlü belâ ve musibete razıyım. Yeter ki sen sağ salim kal. Yalnız senden ricam şudur.Allah’a dua et de, sana Cennette komşu olayım.”

       Sevgili Peygamberimiz önce tebessüm etti. Sonrada şöyle dua etti: “Allah’ım! Nesibe Hatun, kocası ve oğullarını Cennet’te bana komşu ve arkadaş et.”

Nesibe Hatun sevinçten uçacak gibiydi. Yaralarından akan kanlara aldırdığı yoktu. Dünyada iken üzerine gelecek belâlara katlanmaya hazırdı. Peygamberimizle Cennetteki komşuluğu her şeye değerdi.

       O gün emsalsiz kahramanlıklar gösterenlerden biri de Hazreti Hamza idi. Alabildiğine bir çeviklik ve hızla düşmana saldırıyor, karşısında hiçbir düşman duramıyordu.

       Ama düşman fırsat kolluyordu. İntikam dolu duygularıyla onu gözleyenler vardı. Bunlardan başta geleni Vahşi adlı bir köleydi. Savaştan önce din düşmanı efendisi kendisini çağırarak şöyle demişti:

       “Muhammed’in amcası Hamza’yı öldürürsen seni serbest bırakacağım. O benim amcamı öldürmüştü. Ondan intikamımı al.”

       Vahşi çok iyi mızrak kullanırdı. Din düşmanlarından pek çoğu Vahşi’yi Hz. Hamza’yı öldürmesi için teşvik etmişti. Azılı din düşmanı Ebû Süfyan’ın karısı da bunlar arasındaydı. O da kocasının intikamını almak istiyordu. Vahşi’ye armağanlar vaat etmişti.

Hazreti Hamza kahramanca savaşıyordu. Bir ara  ayağı kaydı. Sırt üstü yere düştü. Vahşi bunu görmüştü. Acımasız biriydi. Gözünü kan bürümüştü. Efendilerine yaranmak istiyordu. Kendisine verilecek armağanlar da oldukça büyüktü. Ama Hz. Hamza’yı yiğitçe savaşarak yenemeyeceğini biliyordu. Ancak bir hile ile bu işi başarabilirdi. İşte fırsat ayağına kadar gelmişti. Mızrağını savurdu. Mızrak gelip Hazreti Hamza’nın göğsüne saplandı. Çok geçmeden şehit düştü.

       Savaşın sonu yaklaşmıştı. Peygamberimiz Şi’b kayalıklarına doğru tırmandı. Yaralıydı yorgundu. Sahabîler yardım ettiler.

       Savaşın ilk anlarında zafer yakın olan Müslüman savaş sonunda perişan olmuşlardı. Verilen emre uymamışlar ve 70 kadar şehit vermişlerdi. Uhud’da Hz. Hamza, Hz. Mus’ab gibi seçkin sahabîler  de şehit düşmüştü. Peygamberimizin “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u” dediği dağ kana bulanmıştı. Din düşmanları da hayli kayıp vermişti. Savaşa devam edecek güçleri kalmamıştı. Ölülerini alıp gittiler.

       Uhud meydanı Müslümanlara kalmıştı. Peygamberimiz kayalıktan indi. Şehitler arasında dolaşmaya başladı. Manzara üzüntü vericiydi. Gördükleri karşısında yüreği parçalandı. Gönlü hüzünle doldu. Din düşmanları Müslümanları şehit etmekle kalmamışlardı. Şehitlerin burunlarını, kulaklarını keserek tanınmaz hale getirmişlerdi.

Peygamberimiz şehitleri bu halde görünce gözyaşlarını tutamadı. “Kıyamet günü, Allah yolunda canınızı feda ettiğinize şahitlik edeceğim” buyurdu. Sonra da kanlarıyla birlikte gömülmelerini istedi. Mahşer günü şehitlerden akan kanların misk gibi kokacağını bildirdi.

       Uhud harbi sonunda manzara hüzün vericiydi. Bir çok Müslüman şehit olmuştu. Bu arada bir çok çocuk da yetim kalmıştı.  Peygamber Efendimiz onları da teselliye çalışıyordu.

       Aralarında Büceyr isimli melek yüzlü bir çocuk vardı. O da üzüntülü, kalbi kırıktı. Savaşta babası şehit olmuştu. Yetim kalmıştı. Ağlaya ağlaya Peygamberimizin yanına vardı. Peygamberimiz hüzünlenmişti.  “Ey sevimli çocuk niye ağlıyorsun?” diye sordu.

       Çocuk cevap verdi: “Babam Uhud’da şehit oldu. Yetim kaldım.”

       Peygamberimiz daha da duygulandı. Bu çocuğu sevindirmeli idi. Babasız kalmak gerçekten zordu. “Ağlama ey sevimli çocuk, ağlama!” dedi. “Baban ben, annen de Aişe olursa razı olmaz mısın?”

       Yardıma muhtaç Büceyr’in gözlerinin içi güldü. Gözyaşlarından eser kalmadı. Üzüntüsü geçti. Çok sevinmişti: “Babam, anam size feda olsun ey Allah’ın Peygamberi” dedi. “Dediğine razı olurum elbet.”

Peygamberimiz çocuğun başını okşadı. “Adın ne senin” diye sordu.

       “Büceyr.”

       Peygamber Efendimiz bunun üzerine, “Senin adın bundan sonra Beşir olsun” dedi. Peygamberimiz büyük küçük demeden böyle herkesin derdine çare olurdu. Onları sevindirir, sıkıntılarını giderirdi.

       Peygamberimiz Uhud’dan  ayrılmadan önce son bir dua yaptı. Sağ kalan mücahitler topluca amin dediler. Dua şöyleydi:

       “Allah’ım hamd ve övgü yalnız Sanadır. Senin vermediğini kimse veremez. Senin verdiğini de kimse engelleyemez.

       “Allah’ım imanı sevdir bize. Kalplerimizi imanla süsle Bizi doğru yola erenlerden eyle.

       “Allah’ım! Bizleri Müslüman olarak yarat. Müslüman olarak öldür. Bizi dinlerinden dönmeyen, Salihler ve iyiler zümresine kat.

       “Allah’ım! Senin Peygamberini yalanlayan, Senin yolundan yüz çeviren kâfirlerin cezasını ver. Onlara hak ve gerçek olan azabı indir.”

       Allah, Peygamberimizin bu duasını kabul buyurdu. Din düşmanları çok geçmeden perişan oldular.

 

 
  Bugün 1 ziyaretçi (2 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol